Güncelleme Tarihi: 05 Nisan 2020
Gösterim: 2609
Tıbbın Kurtuluşu: İlk Kadın Doktorlar
Tıbbın Kurtuluşu: İlk Kadın Doktorlar
Kadının en çok dirençle karşılaştığı ve kabul görmek için en ağır yaptırımlara maruz kaldığı meslek doktorluktur.
Aslında bu mesleği tarihte ilk icra edenlerin kadınlar olduğunu düşünmemiz için pek çok sebep vardır. Fakat toprak mülkiyeti ve yerleşik hayata geçiş sonucu kadının eve hapsolması ile her alanda olduğu gibi bu alanda da erkek hegemonyası başlamıştır.
Nitekim Mısır mitolojisine göre bilinen ilk kadın doktor, tanrıça Merit-Ptah’dır (M.Ö. 2700). Yunan mitolojisinde ise hekim tanrıçalar, hekim tanrıların yanında ‘asistan’ olarak var olurlar, Hipokrat’tan sonra ise kadınlara hekimlik yapmak yasaklanır ve bu yasak 2500 yıl aralıksız devam eder.
Merit-Ptah
Dünya’da tıp fakültesinde okuma hakkını elde eden ilk kadın Elizabeth Blackwell olup 1849 yılında mezun olmasına rağmen 1853 yılına kadar mesleğini yapmasına izin verilmez.
Türkiye tarihine bakıldığında kadınlara sağlık alanında eğitim alma hakkı sunulan ilk meslek ebeliktir. Ebelik mesleğini eğitimli olarak icra etmek isteyen kadınlar, ilk kez 1843 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’de eğitim görürler. Kadınlara ebelikten sonra 1909 yılında hemşirelik ve hastabakıcılık alanlarında da diploma alma hakkı tanınır.
O zamanlarda Dünya genelinde de kadın doktorların var olması uygun görülmediğinden Türkiye’de de doktor olmak isteyen kadınlar, İstanbul Darülfünunu Tıp Fakültesi’ne kayıt yaptırsalar dahi eğitim almak üzere yurt dışına gönderilir. Çünkü 1898 yılında çıkan yasa ile kadınlar doktorluk mesleğinden men edilir.
Bu topraklarda kadınlar Tıp Fakültesi’nde okuma haklarını 1922 yılına kadar elde edemezler. Bu yazının konusunu doktorluk mesleğini Cumhuriyet öncesi ilk icra eden kadın olan Zaruhi Kavalcıyan ile Cumhuriyet sonrası ilk icra eden kadın olan Safiye Ali oluşturmaktadır.
Bazı yazılarda Türkiye’nin ilk kadın doktoru olarak Safiye Ali Hanım’dan söz edilmektedir; oysaki ülkemizde doktorluk mesleğini icra eden ilk kadın Zaruhi Kavalcıyan’dır. Dolayısıyla bu iki özel kadının hayatını dönemlerinin koşulları altında anlatmak için yazımı Cumhuriyet öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmayı uygun gördüm.
Maalesef Zaruhi Kavalcıyan hakkında kaynaklarda yer alan bilgiler kısıtlıdır. Umarım bu değerli insan hakkında daha çok araştırma yapılır.
Cumhuriyet Öncesi Kadın Doktorlar
Zaruhi Kavalcıyan, 1877 yılında Adapazarı’nda doğar. Babası Dr. Serope Kavalcıyan’dır ve 1875 yılında Boston Tıp Fakültesi’nden mezun olmuştur. Zaruhi Hanım, döneminin ileri görüşlü okullarından Üsküdar Kız Lisesi’nden 1898 yılında mezun olur.
O zamanlarda Osmanlı Devleti uyruğu taşıyan kadınlara doktorluk yapma hakkı verilmediğinden mezun olduktan sonra babası tarafından tıp öğrenimi görmek üzere Chicago’daki (ABD) Illinois Üniversitesi’ne gönderilir ve 1903 yılında tıp eğitimini burada tamamlar. Üniversitenin kayıtlarında “Kavaljian, Zaroohie Serope, M.D., Adabazar, Turkey” olarak yer alır.
Ülkeye dönüş yapar fakat çıkan yasa O’na hekimlik yapma hakkı tanımadığından babasının yanında asistan hekim olarak göreve başlar. Babasının felç geçirmesi üzerine hastalarını devralır ve hekimlik görevini aktif olarak burada sürdürür. Birinci Dünya Savaşı zamanında yardım ve bakım kuruluşlarında uzun süreli görev alır. 1921 yılında İstanbul’a yerleşir ve Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde biyoloji, kimya, fizyoloji gibi dersler verir. Dr. Kaval olarak Üsküdar çevresinde tanınır, hiç evlenmez ve öğretmenliğinin yanında aktif hekimlik yaşamına da devam eder. Dr. Kavalcıyan 92 yaşındayken 30 Haziran 1969’da Üsküdar’da vefat eder ve Feriköy Ermeni Protestan kabristanında kız kardeşinin yanına defnedilir.
Cumhuriyet Sonrası Kadın Doktorlar
Cumhuriyet döneminin ilk kadın doktoru unvanına sahip olan Safiye Ali 1894 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelir. Babası Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamit’in yaverlerinden Ali Kırat Paşa, annesi 17 yıl Mekke’de şeyhülislamlık yapmış olan Şamlı Hacı Emin Paşa’nın kızı Emine Hasene Hanım’dır. Eğitim hayatına öncelikle Beşiktaş Rüştiyesi’nde başlar, dördüncü sınıftan sonra Amerikan Kız Koleji’ne geçer ve 1916 yılında mezun olur. Türkçe özel derslerini aldığı hoca ise Teyfik Fikret’tir.
Daha 16 yaşındayken İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Rusça bilmektedir. Yukarıda da anlattığım gibi yaşadığı dönemde doktorluk eğitimini ülke sınırları içinde alması yasak olduğundan dokuz yıl sürecek tıp eğitimi için Almanya Würzburg’a gider. Yalnız başına ülke dışına gidip eğitim alması döneminde hoş karşılanmaz; buna rağmen kaynaklarda yer alan bilgiye göre orada yaşadığı hayatı şu şekilde anlatır: “Hayatımın en güzel zamanı 1914’de ibtida eden ve Almanya’da geçen tahsil hayatımdır.”
Sorunsuz bir eğitim dönemi olur fakat savaş yılları yüzünden zaman zaman ülkesiyle olan teması kesilir. Über Pachymeningitis haemorrhagica interna im Sauglingsalter (Bebeklerde İç Pakimenenjit Kanaması Hakkında) adlı bitirme tezi ile 1921 yılında üniversiteden mezun olur. Eğitimine bir sene kadın hastalıkları ve 2 sene çocuk hastalıkları olmak üzere üç yıl daha devam eder. Aynı üniversiteden mezun olan ve Müslümanlığı seçip adını Ferdi Ali olarak değiştiren Ferdinand Krekeler ile evlenir.
Dr. Ali 1923 yılında doktorluk yapma izni alarak Cumhuriyet tarihine adını yazdırır. Yaptığı çalışmalar her ne kadar çocuk hastalar üzerine de olsa, annelerin de çocuk yetiştirme konusunda eğitim alması gerektiğini savunur.
O’na göre çocukları tedavi etmenin yanında asıl çocuklar hasta olmadan tedbirler alınmalıdır. Bu sebeple ilk olarak Hilal-i Ahmer Cemiyeti Hanımlar Merkezi Küçük Çocuklar Muayenehanesinde, sonra da Himaye-i Etfal’in tesis ettiği Süt Damlasında görev alır. Süt Damlası önce 1892 yılında Fransa’da yoksul mahallelerde açılır. Amacı çeşitli nedenlerle anne sütü ile beslenemeyen çocukların doktor kontrolünde saf ve steril süt ile beslenmesini sağlamak ve bu imkana ulaşamayan anne ve çocuklara gerekli yardımı yapmaktır.
Türkiye’de ilk Süt Damlası 1922 yılında İstanbul’da kurulur ve 1926 yılında müdürlüğüne Safiye Hanım getirilir. Söylemlerinde düzenli olarak “Bir annenin yüreği ile sütünün yerini hiçbir şey tutamaz, anne sütü bütün sütlerden üstündür.” der ve anne sütünün önemine vurgu yapar. Bu kuruluş bünyesinde Safiye Ali “Çocuk Müzesi” kurmak için çalışır. Çocuk eşyaları tedarik eder ama aynı zamanda çocuk ölümlerine dikkat çekmek için istatistiklere, grafiklere ve resimlere de müzede yer verir. Ayrıca Besim Ömer Paşa’ya ithaf ettiği “Küçük Çocuklar Muayenesi ve Süt Damlası” adında kitap da yayınlar. 1927 yılında bu kurumundaki görevinden ayrılır.
Safiye Ali kadın hakları konusunda da çalışır ve feminizm hareketinin Türkiye’deki öncülerinden biri olur. Doktorluk mesleğinin ilk yıllarında eşiyle açtığı muayeneye kadın doktor olduğu için hastalar gitmez.
1928 yılında verdiği bir röportajda yine çarpıcı bir konuya değinir:
“Kadınlar için doktorlukta içtimai ve umumi hıfzıssıhhada yapacak çok işler vardır. Her memlekette doktorluk çok fazla, istikbali yüksek bir meslek olmuştur. Bizim kadınlar için olmamasına hiçbir sebep yok. Mamafih biz henüz bir tecrübe devresi geçiriyoruz. Bu mesleğin Türk kadınları için daha istikballi bir meslek olup olmadığını bizden sonra gelecek olanlar gösterecek.”
Kadınların doktorluk mesleğine alınması için uzun uğraşlar verir ve aynı zamanda tıp eğitimi veren ilk kadın akademisyen olur. Mesleğini yaparken meslektaşları tarafından pek çok kez rahatsız edilir ve asılsız iftiralarına maruz kalır. Hatta kadın hastaları, muayene ücretini öderken sen kadınsın diye daha az para almalısın derler.
1924 yılında Londra Beynelmilel Kadın Doktorlar Cemiyeti’nin düzenlediği kongreye katılır. Bu kongredeki konuşmasından bir parça ise şöyledir: “Şimdiye kadar, memleketimizde kadın doktorlara müsaade edilmediği için, kadın doktor yetişmemiştir. Bununla beraber, ben burada Türkiye’deki kadın doktorları değil, yakın bir gelecekte yetişecek kadın doktorlarını temsil ediyorum. Bugün burada hür Türkiye’nin hür bir kadını olarak gördüğüm hüsnü muameleyi ve uyandırdığım alakayı, benden ziyade, memleketime borçlu bulunuyorum. Bunu şükranla ifade ediyorum.”
Aynı yıl Budapeşte Etfale Muavenet Beynelmilel İttihadı Kongresine gider. Her iki kongrede de yoksulluk sebebiyle ölen çocuklar hakkında çalışmalarını sunar ve İstanbul’daki çocuk ölümlerinin fazlalığına dikkat çeker. Aynı Cemiyetin 1928 yılında Bolonya’da düzenlediği kongreye de katılarak üç büyük uluslararası kongrede ülkemizi temsil eden ilk kadın doktor olur.
Kanser teşhisi konulduğundan aynı zamanda ülkede mesleğini icra ederken yaşadığı zorluklardan dolayı tedavi olmak ve mesleğine rahat devam edebilmek amacıyla 1938 yılında Almanya’ya geri döner. Eşinin ölümünün ardından yazdığı mektupta Ferdinand Krekeler, bu geri dönüşün O’nda memleket hasretini pekiştirdiğini; çünkü hep son nefesini ülkesinde vermek istediğini belirtir.
İkinci dünya Savaşı zamanında Alman hekimlerin cephelerde olmasından dolayı eşi ile birlikte sivil halka hizmet eder. Savaş bitiminde ülke özlemine dayanamaz. İstanbul’a gelir ve buraya yeniden yerleşmek ister. Fakat hastalığı nükseder, ülke şartlarında hala kadın haklarında çok fazla iyileşme olmadığını da görür ve Almanya Dortmound’a geri döner. Ne yazık ki 5 Temmuz 1952’de hayata gözlerini yumar.
Ölmeden önce “Kadınlar size emanet…” diyerek kadın hakları davasına verdiği önemi bir kez daha vurgular. Ölümü ile Dortmound’daki Üniversite tatil edilir, cenazesinde Dortmound halkı adına konuşan Rektör Prof. Dr. Lehmann şu sözlerle Safiye Ali’ye veda eder: “Safiye’nin yüreği bir pırlantaydı. O, yüksek ruhlu, insancıl bir varlıktı. Bizim kalbimizde, hayranlık duyduğumuz, büyük bir yardım sever melek olarak yaşayacaktır…”
Sonuç Yerine;
“Kadınlar içtimai hayatta erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır.”
ATATÜRK
Atatürk’ün dediği hayat yolu hala günümüzde tam gerçekleşebilmiş değildir. Tarihten günümüze bakıldığında doğada hiçbir canlı insanoğlu kadar dişisinin canını yakmadı! Hiçbir canlı, dişisini yok etmek için bu kadar uğraşmadı! Hiçbir canlı dişisine aldığı nefesi bile çok görmedi! İnsankızının yaşamın her alanında insanoğluna karşı verdiği savaş, çağlar boyu süregelmekte…
Eğer tarih, erkek hegemonyasından kurtulursa, kadının mücadelesini yazmaya cesaret ederse, unutulan ya da unutturulan kadın hikâyelerini anlatmaya cüret ederse, dünya daha yaşanılabilir yer olacaktır.